Fincher, kariyerine müzik videoları ve reklamlar çekerek başladı. Bu dönemde geliştirdiği görsel stil ve hikaye anlatma teknikleri, daha sonraki filmlerinin de temelini oluşturdu. 1992 yapımı "Alien 3" ile sinema dünyasına adım atan Fincher, "Se7en" (1995) ile büyük bir çıkış yakaladı. Morgan Freeman ve Brad Pitt'li bu gerilim filmi, Fincher'ın karanlık ve atmosferik sinemasının en iyi örneklerinden biri olarak kabul ediliyor.

"Fight Club" (1999), Fincher sinemasının kült filmlerinden biri. Edward Norton ve Brad Pitt'in başrollerini paylaştığı film, tüketim kültürü ve modern toplum eleştirisi sunarken aynı zamanda insanın öz arayışını da konu alıyor. "Panic Room" (2002) ile gerilim türüne geri dönen Fincher, Jodie Foster'ın muhteşem performansıyla izleyicileri ekran başına kilitledi.

"Zodiac" (2007), Fincher'ın gerçek bir suç hikayesini anlattığı etkileyici bir yapım. Detaylara olan inanılmaz özeni ve gerilim dolu atmosferi ile dikkat çeken film, izleyiciyi adeta olayın içine çekiyor. "The Social Network" (2010) ile Facebook'un kuruluş hikayesini anlatan Fincher, sosyal medya çağının getirdiği değişimleri ve insan ilişkilerine olan etkisini ele aldı.

"The Girl with the Dragon Tattoo" (2011) ile karanlık ve gizemli bir dünyaya adım atan Fincher, Rooney Mara'nın canlandırdığı Lisbeth Salander karakteriyle izleyicileri büyüledi. "Gone Girl" (2014) ise evliliğin karanlık yüzünü ve insan ilişkilerindeki karmaşıklığı konu alan sürükleyici bir gerilim filmi.

David Fincher, sinemanın sınırlarını zorlayan, yenilikçi ve etkileyici bir yönetmen. Filmleri, görsel anlatımın gücünü ve psikolojik gerilimin etkisini en üst seviyede kullanarak izleyicileri derinden etkiliyor. Fincher, sinemanın sadece eğlence değil, aynı zamanda düşünmeye ve sorgulamaya da sevk eden bir sanat olduğunu kanıtlıyor. Onun filmleri, uzun yıllar boyunca sinemaseverler tarafından izlenmeye ve tartışılmaya devam edecek.